Daha birkaç gün önce bir arkadaş toplantısında Matrix üçlemesinin tek film olarak kalması gerektiği fikrini hararetle savunduktan sonra döneklikle suçlanacağım. Ama aslında karşı olduğum şey son iki filmdi. Arada bir Animatrix DVD'sinden bölümler izlememden de anlaşılacağı gibi, Matrix evreninde geçen öykülere itirazım yok, özellikle de Neil Gaiman gibi bir isim tarafından yazılmışsa... Vakit bulabilirsem çevirisini yapacağım. Yine de fazla ümitlenmeyin.
7 Ağu 2007
30 Tem 2007
20 Tem 2007
Oğuz Aral'la gecikmiş bir tanışma
"Çizgi Aleminin Kötüleri" listesinde Utanmaz Adam'a yer vermemek olmazdı. Sarı sayfalarıyla çocukluğumun Cuma'larına renk veren Gırgır'ın kurucusu ve bugün okuduğumuz pek çok mizahçının hocası olan rahmetli Oğuz Aral'ın yarattığı bu karakter hakkında bilgi almak için oğlu Seyit Ali Aral'la temasa geçtik. Sağolsun, Utanmaz Adam hakkında yazmakla kalmadı; Oğuz Aral'ın fotoğraflarını da yolladı. Bu eski resimleri gördüğümde Gırgır ve Avni dergilerini ve her hafta okuyup imrendiğim dergi ortamını hatırladım. En önemlisi, uzaktan izlediğim ve tanışma fırsatı bulamadığım Huysuz İhtiyar'ı sanki yakından tanıyormuşum hissiyle avundum.
Temel Reis'i hatırlayan var mı?
Tabii ki var. Arena'nın Ağustos sayısı için hazırladığımız "Çizgi Aleminin En Kötü Karakterleri" adlı konuda, hem tiksindiğimiz hem de bayıldığımız tiplemelere yer verdik. Her karakterin yaratıcısı, düşüncelerini bizimle paylaştı. Bunlardan biri de Temel Reis çizeri, 1927 doğumlu Hy Eisman'dı. (Diğer pek çok yerli çizerin yanında) Eisman'ın Arena için çizdiği Kabasakal eskizini beğeninize sunuyorum.
11 Tem 2007
Lost mu, Cthulhu mu, Voltron mı?
Lost'un yapımcısı J.J Abrams'tan yeni bir proje. Ne olduğu belli değil; spekülasyonlar havada uçuşuyor. Alın, izleyin, çözmeye çalışın...
http://www.apple.com/trailers/paramount/11808/
Dahası:
http://www.1-18-08.com/
http://www.ethanhaaswasright.com/
http://www.slusho.jp/
son sitenin history bölümünü okuyun mutlaka...
http://www.apple.com/trailers/paramount/11808/
Dahası:
http://www.1-18-08.com/
http://www.ethanhaaswasright.com/
http://www.slusho.jp/
son sitenin history bölümünü okuyun mutlaka...
9 Tem 2007
07.07.07 ezgisi
Millet bu uğurlu günde nikâh dairelerine koşturup dursun, Alper ve Sema'nın uzun zamandır heyecanla bekledikleri bebek doğdu. 666'nın Şeytan'ın simgesi oluşu gibi Tanrı'ya yakıştırılan bu tarihte gelen Ezgi Lara anne babasına mutluluğun yanında uğur da getirecek. Ebeveynlerini kısa bir süre oyun ortamından uzak tutacak belki ama şimdiden "nerede benim 20'lik zarım" der gibi bakıyor...
2 Tem 2007
Derin Darbe
Bugün dergideki editörlerden birinin ay sonunda işten ayrılacağını öğrendim. Sevdiğim biri olmasının dışında çok da iyi yazıyordu kerata... Muhabbeti de iyiydi. Amerika'ya okkalı bir master programına burs kazanınca bunların pek bir önemi kalmıyor tabii. Kendisine başarılar diliyor, halefinin işi zor diyorum. Selefi çıtayı epey yükseltti çünkü
19 Haz 2007
Milyon Dolarlık Matruşka
Arena Dergisi'nin Nisan 2007 sayısında yayınlandı
Rusya’da orak ve çekiç yerini Mc Donalds ve Louis Vitton’a bıraktıktan sonra oluşan varlıklı kesim her yıl düzenlenen bir fuarla görücüye çıkıyor; ama ne fuar...
Rejim değişikliği kolay değil. Yeni Rusya’daki şanslı azınlık, alışveriş için yeterli olanak bulamamaktan şikâyetçi olsa gerek. İngiliz futbol kulüpleri, Londra’da apartman daireleri ve Dubai’de yedi yıldızlı hafta sonu tatilleri iyi hoş ama Rusya’da alacak bir şey bulmak zor.
Neyse ki Rus zenginlerinin bu derdine çözüm bulundu. Organizatörü tarafından Harrods ve Disneyland arasında bir şey olarak tanımlanan Milyoner Fuarı, geçtiğimiz Ekim ayında Moskova’daki Crocus Şehir Sergi Merkezi’nde ikinci kez düzenlendi. Dört gün süren fuarın giriş ücreti bin ruble gibi cüzi bir miktar; Rusya’da giderek artan zenginler ve ‘zengincikler’ için bozuk para sadece. 1,7 milyon dolarlık bir Bugatti spor araba, bir ada ve elmas kaplı bir cep telefonu, satışa sunulan –ve abartılı bir çeşitlilik gösteren— ürünlerin yalnızca birkaçı.
Milyoner fuarı ilk kez 2002’de Amsterdam’da düzenlendi ve lüks tüketim dünyasına adanmış fuarların en saygınlarından biri oldu. Fuar organizatörleri Rusya’yı lüks tüketim malları konusunda oldukça verimli bir pazar olarak görmüş olacaklar ki 2005’te fuarı Moskova’ya taşıdılar. Etkinliğe katılan 200’den fazla firma arasında Bvlgari, Bentley, BMW, Cartier, Fairline, Jaguar, Remy Martin, Mercedes, Mont Blanc, Porsche, Riva, Rolex, Sony, Starline, Wolford gibi markalar vardı.
Fuarın amacı, dünyanın önde gelen lüks mamul üreticilerini bir çatı altında toplamak. Amsterdam, Kortrijk, Cannes ve Şangay’daki muadillerinin aksine, Moskova’daki Milyoner Fuarı katılımcı firmalara büyük kâr getiriyor. Rus para babaları, lüks uğruna bir servet harcamaktan zerre çekinmiyorlar. Organizatör Yves Gijrath, Rusların para harcama konusunda Arap şeyhlerinden geri kalmadıklarını söylüyor. “Rusya, lüks mallar üreten şirketler için en çok kâr sağlayan üç pazardan biri. Fuarın hem bir alışveriş merkezi, hem de yetişkinlere hitap eden bir nevi Disneyland olmasını istedik. Bu nedenle atlar, kaplanlar, helikopterler, arabalar ve 50 karatlık pembe elmaslarımız var.” Geçtiğimiz ekim ayındaki fuarda 18 karat altından yapılma, elmas kaplı, 1,3 milyon dolar değerinde cep telefonu, 500.000 dolarlık yarış atı ve 70.000 dolarlık mini bir uçak ülkenin yeni zenginlerinin beğenisine sunuldu.
Fuara katılan konuklar, güzel kızların büyük tepsilerde ikram ettiği çilekleri yediler, sırıklar üzerindeki gösteri sanatçılarının başlarından aşağı döktükleri gül yapraklarıyla kaplandılar.
Milyoner Fuarı’na gelenlerin uymaları gereken giyim kuralları çok sıkı: erkekler smokin, kadınlar şık gece elbiseleri giymek zorundalar. Fuarda sergilenenler kimi davetlilere yaramıyor; kadın ziyaretçilerden biri ‘lüks yaşam şoku’na girmiş olsa gerek, hastanelik oldu.
Kürkler ve mücevherlerle bezenmiş zayıf, güzel kadınlar ve iri kıyım korumaların gölgesindeki şık erkekler, fuarda sergilenen ürünlere yakışma yarışı içindeki vitrin mankenlerine benziyorlar.
Standlardan birinde fiyatları 3,8 ila 20 milyon dolar arasında değişen Rus-Hollanda yapımı yatlar satılıyordu. Astronomik fiyatlarına rağmen yatların hepsi satıldı ve yapımcı firma, Timmerman Yachts, 2009 sonuna kadar sipariş almayacağını açıkladı. Şirket temsilcisi Dmitry Osankin, “müşterilerimiz gayet ünlü ve varlıklı insanlar,” diyor, “Son kuruşunuzu yat almak için harcamazsınız, değil mi?”
Otomobil severler için daha fuar başlamadan satıldığı söylenen, 1,7 milyon dolarlık Bugatti, 1960 model 300.000 dolarlık bir Mercedes Cabriolet ve daha mütevazı alıcılar için 86.000 dolarlık Jaguar’lar var.
Aslında fuar, Rusya’nın komünist dönemden sonra geldiği yeri özetliyor. Yirmi yıl önce, resmi olarak Rusya’da milyoner yoktu. Forbes Dergisi’ne göre bugün Moskova’da 25 milyarder, ülkede ise 88.000 milyoner var. Amerika Birleşik Devletleri’nin 2,5, Almanya’nın 760.000 ve İngiltere’nin 418.000 milyonerinin yanında Rusya epey geride; ancak milyarder sayısında Rusya Amerika’nın hemen ardında, ikinci sırada.
Başkentte düzenlenen fuar, inanılmaz derecede varlıklı azınlıkla ayda 410 dolar açlık sınırının altında yaşamak zorunda olan –ve Rusya’nın beşte birini oluşturan— nüfus arasındaki muazzam açığı iyiden iyiye vurguluyor.
Komünizmin beşiğindeki ikinci Milyoner Fuarını yaklaşık 40.000 kişi ziyaret etti. Organizatörlere bakılacak olursa satışlar 635 milyon dolar civarında.
Canı sıkılan milyonerlerin hazin durumuna herkes sempatiyle bakmıyor. Komünist milletvekili Victor Ilyukhin, “bence bu tarz fuarlar gerekli" diyor, “bu sayede etrafa yerleştirdiğimiz tetikçilerle tüm ziyaretçileri birer parazit gibi öldürebiliriz. Hiçbiri dürüst yoldan zengin olmadı.”
Rusya’da orak ve çekiç yerini Mc Donalds ve Louis Vitton’a bıraktıktan sonra oluşan varlıklı kesim her yıl düzenlenen bir fuarla görücüye çıkıyor; ama ne fuar...
Rejim değişikliği kolay değil. Yeni Rusya’daki şanslı azınlık, alışveriş için yeterli olanak bulamamaktan şikâyetçi olsa gerek. İngiliz futbol kulüpleri, Londra’da apartman daireleri ve Dubai’de yedi yıldızlı hafta sonu tatilleri iyi hoş ama Rusya’da alacak bir şey bulmak zor.
Neyse ki Rus zenginlerinin bu derdine çözüm bulundu. Organizatörü tarafından Harrods ve Disneyland arasında bir şey olarak tanımlanan Milyoner Fuarı, geçtiğimiz Ekim ayında Moskova’daki Crocus Şehir Sergi Merkezi’nde ikinci kez düzenlendi. Dört gün süren fuarın giriş ücreti bin ruble gibi cüzi bir miktar; Rusya’da giderek artan zenginler ve ‘zengincikler’ için bozuk para sadece. 1,7 milyon dolarlık bir Bugatti spor araba, bir ada ve elmas kaplı bir cep telefonu, satışa sunulan –ve abartılı bir çeşitlilik gösteren— ürünlerin yalnızca birkaçı.
Milyoner fuarı ilk kez 2002’de Amsterdam’da düzenlendi ve lüks tüketim dünyasına adanmış fuarların en saygınlarından biri oldu. Fuar organizatörleri Rusya’yı lüks tüketim malları konusunda oldukça verimli bir pazar olarak görmüş olacaklar ki 2005’te fuarı Moskova’ya taşıdılar. Etkinliğe katılan 200’den fazla firma arasında Bvlgari, Bentley, BMW, Cartier, Fairline, Jaguar, Remy Martin, Mercedes, Mont Blanc, Porsche, Riva, Rolex, Sony, Starline, Wolford gibi markalar vardı.
Fuarın amacı, dünyanın önde gelen lüks mamul üreticilerini bir çatı altında toplamak. Amsterdam, Kortrijk, Cannes ve Şangay’daki muadillerinin aksine, Moskova’daki Milyoner Fuarı katılımcı firmalara büyük kâr getiriyor. Rus para babaları, lüks uğruna bir servet harcamaktan zerre çekinmiyorlar. Organizatör Yves Gijrath, Rusların para harcama konusunda Arap şeyhlerinden geri kalmadıklarını söylüyor. “Rusya, lüks mallar üreten şirketler için en çok kâr sağlayan üç pazardan biri. Fuarın hem bir alışveriş merkezi, hem de yetişkinlere hitap eden bir nevi Disneyland olmasını istedik. Bu nedenle atlar, kaplanlar, helikopterler, arabalar ve 50 karatlık pembe elmaslarımız var.” Geçtiğimiz ekim ayındaki fuarda 18 karat altından yapılma, elmas kaplı, 1,3 milyon dolar değerinde cep telefonu, 500.000 dolarlık yarış atı ve 70.000 dolarlık mini bir uçak ülkenin yeni zenginlerinin beğenisine sunuldu.
Fuara katılan konuklar, güzel kızların büyük tepsilerde ikram ettiği çilekleri yediler, sırıklar üzerindeki gösteri sanatçılarının başlarından aşağı döktükleri gül yapraklarıyla kaplandılar.
Milyoner Fuarı’na gelenlerin uymaları gereken giyim kuralları çok sıkı: erkekler smokin, kadınlar şık gece elbiseleri giymek zorundalar. Fuarda sergilenenler kimi davetlilere yaramıyor; kadın ziyaretçilerden biri ‘lüks yaşam şoku’na girmiş olsa gerek, hastanelik oldu.
Kürkler ve mücevherlerle bezenmiş zayıf, güzel kadınlar ve iri kıyım korumaların gölgesindeki şık erkekler, fuarda sergilenen ürünlere yakışma yarışı içindeki vitrin mankenlerine benziyorlar.
Standlardan birinde fiyatları 3,8 ila 20 milyon dolar arasında değişen Rus-Hollanda yapımı yatlar satılıyordu. Astronomik fiyatlarına rağmen yatların hepsi satıldı ve yapımcı firma, Timmerman Yachts, 2009 sonuna kadar sipariş almayacağını açıkladı. Şirket temsilcisi Dmitry Osankin, “müşterilerimiz gayet ünlü ve varlıklı insanlar,” diyor, “Son kuruşunuzu yat almak için harcamazsınız, değil mi?”
Otomobil severler için daha fuar başlamadan satıldığı söylenen, 1,7 milyon dolarlık Bugatti, 1960 model 300.000 dolarlık bir Mercedes Cabriolet ve daha mütevazı alıcılar için 86.000 dolarlık Jaguar’lar var.
Aslında fuar, Rusya’nın komünist dönemden sonra geldiği yeri özetliyor. Yirmi yıl önce, resmi olarak Rusya’da milyoner yoktu. Forbes Dergisi’ne göre bugün Moskova’da 25 milyarder, ülkede ise 88.000 milyoner var. Amerika Birleşik Devletleri’nin 2,5, Almanya’nın 760.000 ve İngiltere’nin 418.000 milyonerinin yanında Rusya epey geride; ancak milyarder sayısında Rusya Amerika’nın hemen ardında, ikinci sırada.
Başkentte düzenlenen fuar, inanılmaz derecede varlıklı azınlıkla ayda 410 dolar açlık sınırının altında yaşamak zorunda olan –ve Rusya’nın beşte birini oluşturan— nüfus arasındaki muazzam açığı iyiden iyiye vurguluyor.
Komünizmin beşiğindeki ikinci Milyoner Fuarını yaklaşık 40.000 kişi ziyaret etti. Organizatörlere bakılacak olursa satışlar 635 milyon dolar civarında.
Canı sıkılan milyonerlerin hazin durumuna herkes sempatiyle bakmıyor. Komünist milletvekili Victor Ilyukhin, “bence bu tarz fuarlar gerekli" diyor, “bu sayede etrafa yerleştirdiğimiz tetikçilerle tüm ziyaretçileri birer parazit gibi öldürebiliriz. Hiçbiri dürüst yoldan zengin olmadı.”
Dişi Canavarlar
Arena Dergisi'nin Nisan 2007 sayısında yayınlandı
Cins-i latif olarak adlandırılan kadınlara bir yandan da her türlü kötülük yakıştırılmış. Bunun haksızlık olduğunu düşünüyorsanız, tarihe geçmiş en canavar kadınlarla tanışın. Gerçek Femme Fatale’ler, karşı cinse bakışınızı değiştirecek.
Kanlı Kontes: Erzsébet Báthory
Kontes Bathory, nam-ı diğer Kanlı Kontes, bu yazıya ilham veren kişi aynı zamanda. Kadınların iktidar sahibi olduğunda arz edecekleri tehlike miktarında erkeklerden hiç de aşağı kalmadıklarına iyi bir örnek oluşturuyor.
Erzsébet (popüler adıyla Elizabeth), 1560-1614 arasında bugünkü Slovakya’da yaşamış bir Macar soylusu. On beş yaşında, üç yıl sonra Macar ordularının başkomutanlığına yükselecek ve Türklerle savaşacak olan Ferencz Nadasdy’le evlenen kontesimiz, evlilik hediyesi olarak kocasına soyadını verdi ve ondan Karpatlardaki Čachtice Şatosu ile civarındaki on yedi köyü aldı.
Kocası savaştayken şatoyu idare eden Kontes Bathory dört dilde okuyup yazabiliyordu. Sahip olduğu sadist eğilimler (örneğin hizmetçileri kamçılatması ya da vücutlarına iğneler batırması) kocasının ölümü üzerine hoş görülen küçük sapkınlıklar olmaktan çıkıp işkence ve cinayete dönüştü; Kontes Bathory efsane mertebesine erişip tarihe geçti.
Bathory, rivayete göre saçını tararken canını acıttığı için hizmetçisini tokatladığında tırnağına bulaşan kanın tenini gençleştirdiği kanısına kapıldı. Bu hastalıklı düşünce, Erzsébet’in önce civar köylerdeki genç kızları hizmetçi olarak, sonra da daha düşük seviyedeki soylu ailelerin kızlarını eğitim bahanesiyle şatosuna alıp türlü işkencelerle öldürmesine kadar vardı. Cinayetler 1610’a kadar sürdü.
Dedikodular ayyuka çıkınca yetkililer –geç de olsa— devreye girdi. Kral II. Matthias’ın görevlendirdiği Kont Thurzó, kanıt toplamaları için iki kişiye emir verdi. Ancak bu araştırmanın sonuçlarını beklemeden kontesin oğlu ve iki damadıyla pazarlığa oturmuştu bile. Olası bir dava ve ardından gelecek infaz, soylu ve nüfuzlu bir ailenin sonunu getirerek güç dengelerinin değişmesine neden olacaktı. Bu yüzden Elizabeth Bathory’nin şatosuna hapsedilmesine ve mahkemede daha ağır bir ceza verilmeden olayın bastırılmasına karar verildi.
Thurzó Bathory’i tutuklamaya gittiğinde korkunç bir manzarayla karşılaştı: Şatonun zemininde ölü bir genç kız vardı; bir başkası ise can çekişiyordu. Şatonun zindanlarında başka genç kızlar hapis tutulmuş, ölümü bekliyorlardı. Bathory şatosuna kapatıldı; rivayet odur ki şatoda kapatıldığı yerde sadece yemek vermek için küçük bir delik bırakılmıştı.
Mahkemede, korkunç cinayetlerinde Bathory’ye yardım eden dört hizmetçisi de yargılandı. Üçü (Dorottya Szentes, Ilona Jó, János Újváry) ölüme mahkum edilirken, ifadeler sonucu diğerleri tarafından zorlandığına karar verilen Katalin Benick suçsuz bulundu. Szentes ve Jó parmakları kesildikten sonra canlı canlı yakıldılar; cüce János ise hafifletici nedenlerden ötürü alevlerin arasına başı kesildikten sonra atıldı.
Mahkeme kayıtlarından edindiğimiz bilgilere –ve kulaktan kulağa yayılan söylentilere— göre Kanlı Kontes’in kurbanları uzun süre, hatta ölene kadar dövülüyor; yakılıyor; elleri, yüzleri ve cinsel organları parçalanıyor; vücutlarından –bizzat kontes tarafından— kocaman ısırıklarla et koparılıyor; çırılçıplak soyulduktan sonra buz gibi suyla yıkanarak donmaya bırakılıyor; iğnelerle vücutları deşiliyor ve açlıktan öldürülüyorlardı.
Üstelik Bathory’nin bu korkunç eylemleri gerçekleştirdiği tek yer şatosu değildi; hakimiyeti altındaki topraklarda da canavarlıklarını sürdürüyordu. Kurbanların sayısı konusu ise muallakta. Şato personeli 100 ila 200 cesetten bahsederken, tanıklardan birinin ifadesinde Bathory’nin kurbanlarını listelediği ve 650 isim yazılı bir defterden söz ediliyor.
Kanlı Kontes’in canavarlığının nedeni, zaman içinde pek çok teorinin konusu oldu. O dönemde cinsiyetlere yüklenen rollere ve kadınların zayıf yaratıklar olduğu önyargısına tepki için elini kana buladığı gibi asil amaçlardan sadist eğilimlerine boyun eğdiğine kadar pek çok fikir ileri sürüldü. Ancak bunların hiçbiri, Bathory’nin bugün özdeşleştirildiği kara büyü ve vampirlik rivayetleri kadar popüler olmadı. Kanlı Kontes’in türlü işkencelerle öldürdüğü kurbanlarının kanında banyo yaparak genç kaldığı, hizmetçi kızların kanları yeterince ‘güçlü’ olmadığı için asil kanı taşıyan kızlara yöneldiği, hatta kan içtiği bile iddia edildi. Dracula’nın yazarı Bram Stoker’ın da eserinde Bathory’den esinlendiği söylenir. Kim ne derse desin, Elizabeth Bathory’nin bugün sinema ve edebiyatta sık sık rastladığımız, Hannibal Lecter tipi eğitimli, rafine zevklere ve bir o kadar sapkın eğilimlere sahip seri katil tiplemesine ilham verdiği bir gerçek.
Buchenwald Cadısı: Ilse Koch
Nazi Almanyası’nın en korkunç anlarının geçtiği yerler, toplama kampları... Toplama kamplarının en ünlüsü olan Auschwitz’de, 1 ila 1,5 milyon kişinin öldürüldüğü biliniyor. Bu kampların bir başkası, Buchenwald Toplama Kampı’ndaki esirlerin gamalı haçtan ve isimsiz SS subaylarından daha çok korktukları biri vardı: Sadist ve acımasız Ilse Koch.
Ilse Koch’un hikâyesi normal başlıyor aslında. Çiftçi bir ailenin kızı olarak uslu bir çocukluk geçiren Ilse, küçük yaşta çalışmaya başladı. Önce fabrikada, sonra kütüphanede çalışan genç kız, askerlerle kurduğu ilişkiler sayesinde Nazizm’le birlikte yükselmeye başladı.
Berlin’deki Sachsenhausen Toplama Kampı’nda sekreter ve muhafız olarak çalışırken Nazi komutanı Karl Otto Koch’la evlendi. 1937’de eşiyle birlikte Buchenwald’a gelen Ilse, kamp komutanının eşi olmanın farklı avantajlarını keşfetti; hayır, toplantılarda düşük rütbeli subay eşlerine hava atmaktan söz etmiyoruz. Kocasının sahip olduğu güçten etkilenen Ilse, kamptaki esirlere işkence etmeye başladı. Öldürülen esirlerin derilerini soyup vücutlarındaki ilginç dövmeleri toplayan, evini yine esirlerin derisinden yapılma abajurların ve yemek masasını küçültülmüş kafataslarının süslediği söylenen Ilse, 1941 yılında kamptaki kadın muhafızların başı oldu. Yine 1941 yılında kocası ile birlikte Majdanek Toplama Kampı’na giden Buchenwald Cadısı’nın buradaki mutlu günleri kısa sürdü.
Çifte kumrular, 1943'te zimmete geçirme başta olmak üzere birkaç suçtan dolayı Gestapo tarafından tutuklandılar. Karl Otto Münih’te SS mahkemesi tarafından yargılanarak 1945’te idam edildi. Ilse ise beraat etti ve ailesinin yanına döndü. Ancak yakalanıp savaş suçlusu olarak yargılanması uzun sürmedi. 1947’de müebbet hapse mahkum oldu; ancak delil yetersizliğinden cezası dört yıla çevrildi. 1951’de serbest kalmasıyla yeniden tutuklanarak Alman mahkemesi tarafından yargılanması ve müebbete mahkum edilmesi bir oldu. Nazizm’in ve dişi canavarların en korkunç yüzlerinden biri, on altı yılını hapiste geçirdikten sonra, 60 yaşındayken hücresinde intihar etti.
Ilse’nin macerası burada bitmedi. 1974 yılında çekilen Ilsa: She-Wolf of the SS (SS’in Dişi Kurdu)’in gerçek olaylarla tek bağlantısı karakterin adı ve II. Dünya Savaşı’nda geçmesiydi. Dyanne Thorne’un oynadığı baş karakter kadın esirleri türlü işkencelerle, erkek esirleri seks kölesi olarak kullanıp “kimse Ilsa’dan sonra başka bir kadınla birlikte olamaz” diye öldüren nemfomanyak bir SS subayıydı. Film tüm soykırım kurbanlarının anısına çekilmişti çekilmesine; ancak savaşın dehşetini anlatan bir yapıttan çok birbirinden iğrenç ölümlerin art arda dizildiği kült bir korku filmi olarak kabul gördü. Ardından çekilen Ilsa:Harem Keeper of the Oil Sheiks (Petrol Şeyhlerinin Harem Ağası), Ilsa: The Tigress of Siberia (Siberya’nın Dişi Kaplanı) ve Ilsa: The Wicked Warden (Sapık Gardiyan; farklı bir film olarak çekilmesine rağmen malum nedenlerden dolayı Ilsa filmi olarak tanıtılmıştı) gibi filmler işin iyice zıvanadan çıktığını gösteriyordu. Hatta Ilsa Meets Bruce Lee in Devil’s Triangle (Ilsa Şeytan Üçgeni’nde Bruce Lee’yle Karşı Karşıya) gibi bir proje –bakış açınıza göre neyse ki ya da maalesef— tamamlanamadı.
Nagyrév Melekleri: Julius Fazekas, Susi Olah ve tüm bir köyün dişi nüfusu
Havasından mıdır, suyundan mıdır bilinmez; Macaristan dişi canavarlar konusunda oldukça bereketli topraklara sahip. Bu kez anlatacağımız olay, Budapeşte’nin altmış mil güneydoğusunda, Tisza Nehri kıyısındaki Nagyrév Köyü’nde geçiyor. Köyde yaşayan kadınlar 1914 ve 1920 arasında tahmini 300 kişiyi zehirlediler. Kimleri mi? Kendi kocalarını, çocuklarını, babalarını, yabancıları, kısacası önlerine çıkanı.
Her şey 1911 yılında Julius Fazekas’ın Nagyrév’e gelmesiyle başladı. Ebelik yapan Fazekas’ın kocası şüpheli koşullar altında kaybolmuştu. Köye gelişinden itibaren on yıl içinde on kez yasadışı kürtaj yapmaktan yakalanan ama bir şekilde yakayı sıyıran Fazekas, I. Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla gerçek yüzünü gösterdi.
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu için savaşa giden erkeklerin boşalttığı köy, savaş esirlerinin tutulduğu yarı açık bir yer halini aldı. Erkeksiz kalan köy kadınları bu esirlerin birini ya da birkaçını yataklarına almakta sakınca görmekle kalmadılar; her yaştan kadın kendisine iki üç sevgili bulmazsa morali bozuluyordu. Savaş bitince erkekler evlerine dönüp aile reisliği haklarını talep edip kocalık vazifelerini yerine getirmek istediklerinde, kadınlar vazife duygusunun cinsel hayatlarına yapacağı etkiden hoşnut kalmamış olacaklar ki bir çare aramaya başladılar. Çözüm Julius Fazeska’dan geldi: Dağ gibi yığdığı sinek kâğıtlarından süzerek hazırladığı arsenik.
1914’te tek tük görülen zehirlenme vakaları, aile üyelerinin birer birer ölümüyle öyle bir hız kazandı ki zehirlenme adeta bir moda halini almıştı. Köyün ebesinin kapısı önünde kuyruğa giren kadınlar, önceleri istemedikleri eşlerinden kurtulmak için kullandıkları arseniği istediklerini almak ve ebeveynler, çocuklar, komşular, kim olursa istemediklerini ortadan kaldırmak için kullanır oldular. 1920’lerde köyün adı “Cinayet Mahallesi” adını aldı. Julios Fazekas köyde doktor denebilecek tek kişiydi; ölüm sertifikalarını ise kuzeni imzalıyordu. Böylece kurdukları tezgâh, on beş yıl boyunca bozulmadan sürdü.
Sonunda meleklerden biri, Ladislus Szabo zehirleme teşebbüslerinden birini yüzüne gözüne bulaştırınca yakalandı ve zincirleme bir isim verme hareketi başladı. Szabo’nun adını verdiği Bayan Bukenovski, yaşlı annesini zehirleyip nehre attığını itiraf etti. Kurnazlığıyla gurur duyuyordu; kadıncağızın ölüm nedeni boğulma olarak belirlenmişti çünkü. Bukenovski’nin verdiği isim tabii ki köyün ebesi oldu. Sorguya alınan Fazeska her şeyi inkâr etti ve yeterli delil olmadığı için serbest bırakıldı. Kadın tam da bekleneni yaparak köyü dolaşıp müşterilerini uyarmaya başladı. Polise düşen, kadını takip etmek ve arkasında bıraktığı ekmek kırıntılarını toplar gibi, ziyaret ettiklerini tutuklamak oldu.
Sonuçta yakalanan 38 meleğin sekizi ölüme, yedisi müebbet hapse, geri kalanı da çeşitli cezalara mahkum edildi. Zehirleri müşterilere dağıtan ve ‘Susie Teyze’ olarak bilinen Susannah Olah; kardeşi Lydia; akraba katli konusunda Nagyrév ölçütlerine göre bile etkileyici bir sicile sahip olan Marie Kardos (kocasını, sevgilisini ve oğlunu öldürmekle kalmamış, zavallı çocuğa ölüm döşeğinde şarkı bile söyletmişti!); ‘sıkıcı’ kocalarını zehirleyen Rosa Hoyba ve Rosalie Sebestyen; sevgilisini ve savaş gazisi kocasını ortadan kaldıran Maria Varga ve son olarak hazır üvey annesini, teyzesini, görümcesini, erkek kardeşini ve kocasını temizlemişken komşusu Maria Koteles’i de aradan çıkartan Juliane Lipke darağacını boyladılar ve ibret olsun diye çürüyene kadar asılı kaldılar. Polisin ikinci kez tutuklamak için gittiği Fazeska ise çoktan kendi hazırladığı zehri içerek adaletten yakayı sıyırmıştı.
Nagyrév’deki cinayetler zincirinin tam nedeni bugün bile bilinmiyor: Seks, insanın içindeki öldürme isteği, güç… ya da para kazanmak isteyen bir kadının ürettiği zehri satmak için insanların zaaflarından yararlanması... Hangisi daha korkunç bir neden, karar vermek size kalmış.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)