19 Haz 2007

Dişi Canavarlar


Arena Dergisi'nin Nisan 2007 sayısında yayınlandı

Cins-i latif olarak adlandırılan kadınlara bir yandan da her türlü kötülük yakıştırılmış. Bunun haksızlık olduğunu düşünüyorsanız, tarihe geçmiş en canavar kadınlarla tanışın. Gerçek Femme Fatale’ler, karşı cinse bakışınızı değiştirecek.

Kanlı Kontes: Erzsébet Báthory

Kontes Bathory, nam-ı diğer Kanlı Kontes, bu yazıya ilham veren kişi aynı zamanda. Kadınların iktidar sahibi olduğunda arz edecekleri tehlike miktarında erkeklerden hiç de aşağı kalmadıklarına iyi bir örnek oluşturuyor.

Erzsébet (popüler adıyla Elizabeth), 1560-1614 arasında bugünkü Slovakya’da yaşamış bir Macar soylusu. On beş yaşında, üç yıl sonra Macar ordularının başkomutanlığına yükselecek ve Türklerle savaşacak olan Ferencz Nadasdy’le evlenen kontesimiz, evlilik hediyesi olarak kocasına soyadını verdi ve ondan Karpatlardaki Čachtice Şatosu ile civarındaki on yedi köyü aldı.

Kocası savaştayken şatoyu idare eden Kontes Bathory dört dilde okuyup yazabiliyordu. Sahip olduğu sadist eğilimler (örneğin hizmetçileri kamçılatması ya da vücutlarına iğneler batırması) kocasının ölümü üzerine hoş görülen küçük sapkınlıklar olmaktan çıkıp işkence ve cinayete dönüştü; Kontes Bathory efsane mertebesine erişip tarihe geçti.

Bathory, rivayete göre saçını tararken canını acıttığı için hizmetçisini tokatladığında tırnağına bulaşan kanın tenini gençleştirdiği kanısına kapıldı. Bu hastalıklı düşünce, Erzsébet’in önce civar köylerdeki genç kızları hizmetçi olarak, sonra da daha düşük seviyedeki soylu ailelerin kızlarını eğitim bahanesiyle şatosuna alıp türlü işkencelerle öldürmesine kadar vardı. Cinayetler 1610’a kadar sürdü.

Dedikodular ayyuka çıkınca yetkililer –geç de olsa— devreye girdi. Kral II. Matthias’ın görevlendirdiği Kont Thurzó, kanıt toplamaları için iki kişiye emir verdi. Ancak bu araştırmanın sonuçlarını beklemeden kontesin oğlu ve iki damadıyla pazarlığa oturmuştu bile. Olası bir dava ve ardından gelecek infaz, soylu ve nüfuzlu bir ailenin sonunu getirerek güç dengelerinin değişmesine neden olacaktı. Bu yüzden Elizabeth Bathory’nin şatosuna hapsedilmesine ve mahkemede daha ağır bir ceza verilmeden olayın bastırılmasına karar verildi.

Thurzó Bathory’i tutuklamaya gittiğinde korkunç bir manzarayla karşılaştı: Şatonun zemininde ölü bir genç kız vardı; bir başkası ise can çekişiyordu. Şatonun zindanlarında başka genç kızlar hapis tutulmuş, ölümü bekliyorlardı. Bathory şatosuna kapatıldı; rivayet odur ki şatoda kapatıldığı yerde sadece yemek vermek için küçük bir delik bırakılmıştı.

Mahkemede, korkunç cinayetlerinde Bathory’ye yardım eden dört hizmetçisi de yargılandı. Üçü (Dorottya Szentes, Ilona Jó, János Újváry) ölüme mahkum edilirken, ifadeler sonucu diğerleri tarafından zorlandığına karar verilen Katalin Benick suçsuz bulundu. Szentes ve Jó parmakları kesildikten sonra canlı canlı yakıldılar; cüce János ise hafifletici nedenlerden ötürü alevlerin arasına başı kesildikten sonra atıldı.

Mahkeme kayıtlarından edindiğimiz bilgilere –ve kulaktan kulağa yayılan söylentilere— göre Kanlı Kontes’in kurbanları uzun süre, hatta ölene kadar dövülüyor; yakılıyor; elleri, yüzleri ve cinsel organları parçalanıyor; vücutlarından –bizzat kontes tarafından— kocaman ısırıklarla et koparılıyor; çırılçıplak soyulduktan sonra buz gibi suyla yıkanarak donmaya bırakılıyor; iğnelerle vücutları deşiliyor ve açlıktan öldürülüyorlardı.

Üstelik Bathory’nin bu korkunç eylemleri gerçekleştirdiği tek yer şatosu değildi; hakimiyeti altındaki topraklarda da canavarlıklarını sürdürüyordu. Kurbanların sayısı konusu ise muallakta. Şato personeli 100 ila 200 cesetten bahsederken, tanıklardan birinin ifadesinde Bathory’nin kurbanlarını listelediği ve 650 isim yazılı bir defterden söz ediliyor.

Kanlı Kontes’in canavarlığının nedeni, zaman içinde pek çok teorinin konusu oldu. O dönemde cinsiyetlere yüklenen rollere ve kadınların zayıf yaratıklar olduğu önyargısına tepki için elini kana buladığı gibi asil amaçlardan sadist eğilimlerine boyun eğdiğine kadar pek çok fikir ileri sürüldü. Ancak bunların hiçbiri, Bathory’nin bugün özdeşleştirildiği kara büyü ve vampirlik rivayetleri kadar popüler olmadı. Kanlı Kontes’in türlü işkencelerle öldürdüğü kurbanlarının kanında banyo yaparak genç kaldığı, hizmetçi kızların kanları yeterince ‘güçlü’ olmadığı için asil kanı taşıyan kızlara yöneldiği, hatta kan içtiği bile iddia edildi. Dracula’nın yazarı Bram Stoker’ın da eserinde Bathory’den esinlendiği söylenir. Kim ne derse desin, Elizabeth Bathory’nin bugün sinema ve edebiyatta sık sık rastladığımız, Hannibal Lecter tipi eğitimli, rafine zevklere ve bir o kadar sapkın eğilimlere sahip seri katil tiplemesine ilham verdiği bir gerçek.

Buchenwald Cadısı: Ilse Koch

Nazi Almanyası’nın en korkunç anlarının geçtiği yerler, toplama kampları... Toplama kamplarının en ünlüsü olan Auschwitz’de, 1 ila 1,5 milyon kişinin öldürüldüğü biliniyor. Bu kampların bir başkası, Buchenwald Toplama Kampı’ndaki esirlerin gamalı haçtan ve isimsiz SS subaylarından daha çok korktukları biri vardı: Sadist ve acımasız Ilse Koch.

Ilse Koch’un hikâyesi normal başlıyor aslında. Çiftçi bir ailenin kızı olarak uslu bir çocukluk geçiren Ilse, küçük yaşta çalışmaya başladı. Önce fabrikada, sonra kütüphanede çalışan genç kız, askerlerle kurduğu ilişkiler sayesinde Nazizm’le birlikte yükselmeye başladı.

Berlin’deki Sachsenhausen Toplama Kampı’nda sekreter ve muhafız olarak çalışırken Nazi komutanı Karl Otto Koch’la evlendi. 1937’de eşiyle birlikte Buchenwald’a gelen Ilse, kamp komutanının eşi olmanın farklı avantajlarını keşfetti; hayır, toplantılarda düşük rütbeli subay eşlerine hava atmaktan söz etmiyoruz. Kocasının sahip olduğu güçten etkilenen Ilse, kamptaki esirlere işkence etmeye başladı. Öldürülen esirlerin derilerini soyup vücutlarındaki ilginç dövmeleri toplayan, evini yine esirlerin derisinden yapılma abajurların ve yemek masasını küçültülmüş kafataslarının süslediği söylenen Ilse, 1941 yılında kamptaki kadın muhafızların başı oldu. Yine 1941 yılında kocası ile birlikte Majdanek Toplama Kampı’na giden Buchenwald Cadısı’nın buradaki mutlu günleri kısa sürdü.
Çifte kumrular, 1943'te zimmete geçirme başta olmak üzere birkaç suçtan dolayı Gestapo tarafından tutuklandılar. Karl Otto Münih’te SS mahkemesi tarafından yargılanarak 1945’te idam edildi. Ilse ise beraat etti ve ailesinin yanına döndü. Ancak yakalanıp savaş suçlusu olarak yargılanması uzun sürmedi. 1947’de müebbet hapse mahkum oldu; ancak delil yetersizliğinden cezası dört yıla çevrildi. 1951’de serbest kalmasıyla yeniden tutuklanarak Alman mahkemesi tarafından yargılanması ve müebbete mahkum edilmesi bir oldu. Nazizm’in ve dişi canavarların en korkunç yüzlerinden biri, on altı yılını hapiste geçirdikten sonra, 60 yaşındayken hücresinde intihar etti.

Ilse’nin macerası burada bitmedi. 1974 yılında çekilen Ilsa: She-Wolf of the SS (SS’in Dişi Kurdu)’in gerçek olaylarla tek bağlantısı karakterin adı ve II. Dünya Savaşı’nda geçmesiydi. Dyanne Thorne’un oynadığı baş karakter kadın esirleri türlü işkencelerle, erkek esirleri seks kölesi olarak kullanıp “kimse Ilsa’dan sonra başka bir kadınla birlikte olamaz” diye öldüren nemfomanyak bir SS subayıydı. Film tüm soykırım kurbanlarının anısına çekilmişti çekilmesine; ancak savaşın dehşetini anlatan bir yapıttan çok birbirinden iğrenç ölümlerin art arda dizildiği kült bir korku filmi olarak kabul gördü. Ardından çekilen Ilsa:Harem Keeper of the Oil Sheiks (Petrol Şeyhlerinin Harem Ağası), Ilsa: The Tigress of Siberia (Siberya’nın Dişi Kaplanı) ve Ilsa: The Wicked Warden (Sapık Gardiyan; farklı bir film olarak çekilmesine rağmen malum nedenlerden dolayı Ilsa filmi olarak tanıtılmıştı) gibi filmler işin iyice zıvanadan çıktığını gösteriyordu. Hatta Ilsa Meets Bruce Lee in Devil’s Triangle (Ilsa Şeytan Üçgeni’nde Bruce Lee’yle Karşı Karşıya) gibi bir proje –bakış açınıza göre neyse ki ya da maalesef— tamamlanamadı.

Nagyrév Melekleri: Julius Fazekas, Susi Olah ve tüm bir köyün dişi nüfusu

Havasından mıdır, suyundan mıdır bilinmez; Macaristan dişi canavarlar konusunda oldukça bereketli topraklara sahip. Bu kez anlatacağımız olay, Budapeşte’nin altmış mil güneydoğusunda, Tisza Nehri kıyısındaki Nagyrév Köyü’nde geçiyor. Köyde yaşayan kadınlar 1914 ve 1920 arasında tahmini 300 kişiyi zehirlediler. Kimleri mi? Kendi kocalarını, çocuklarını, babalarını, yabancıları, kısacası önlerine çıkanı.

Her şey 1911 yılında Julius Fazekas’ın Nagyrév’e gelmesiyle başladı. Ebelik yapan Fazekas’ın kocası şüpheli koşullar altında kaybolmuştu. Köye gelişinden itibaren on yıl içinde on kez yasadışı kürtaj yapmaktan yakalanan ama bir şekilde yakayı sıyıran Fazekas, I. Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla gerçek yüzünü gösterdi.

Avusturya-Macaristan İmparatorluğu için savaşa giden erkeklerin boşalttığı köy, savaş esirlerinin tutulduğu yarı açık bir yer halini aldı. Erkeksiz kalan köy kadınları bu esirlerin birini ya da birkaçını yataklarına almakta sakınca görmekle kalmadılar; her yaştan kadın kendisine iki üç sevgili bulmazsa morali bozuluyordu. Savaş bitince erkekler evlerine dönüp aile reisliği haklarını talep edip kocalık vazifelerini yerine getirmek istediklerinde, kadınlar vazife duygusunun cinsel hayatlarına yapacağı etkiden hoşnut kalmamış olacaklar ki bir çare aramaya başladılar. Çözüm Julius Fazeska’dan geldi: Dağ gibi yığdığı sinek kâğıtlarından süzerek hazırladığı arsenik.

1914’te tek tük görülen zehirlenme vakaları, aile üyelerinin birer birer ölümüyle öyle bir hız kazandı ki zehirlenme adeta bir moda halini almıştı. Köyün ebesinin kapısı önünde kuyruğa giren kadınlar, önceleri istemedikleri eşlerinden kurtulmak için kullandıkları arseniği istediklerini almak ve ebeveynler, çocuklar, komşular, kim olursa istemediklerini ortadan kaldırmak için kullanır oldular. 1920’lerde köyün adı “Cinayet Mahallesi” adını aldı. Julios Fazekas köyde doktor denebilecek tek kişiydi; ölüm sertifikalarını ise kuzeni imzalıyordu. Böylece kurdukları tezgâh, on beş yıl boyunca bozulmadan sürdü.

Sonunda meleklerden biri, Ladislus Szabo zehirleme teşebbüslerinden birini yüzüne gözüne bulaştırınca yakalandı ve zincirleme bir isim verme hareketi başladı. Szabo’nun adını verdiği Bayan Bukenovski, yaşlı annesini zehirleyip nehre attığını itiraf etti. Kurnazlığıyla gurur duyuyordu; kadıncağızın ölüm nedeni boğulma olarak belirlenmişti çünkü. Bukenovski’nin verdiği isim tabii ki köyün ebesi oldu. Sorguya alınan Fazeska her şeyi inkâr etti ve yeterli delil olmadığı için serbest bırakıldı. Kadın tam da bekleneni yaparak köyü dolaşıp müşterilerini uyarmaya başladı. Polise düşen, kadını takip etmek ve arkasında bıraktığı ekmek kırıntılarını toplar gibi, ziyaret ettiklerini tutuklamak oldu.

Sonuçta yakalanan 38 meleğin sekizi ölüme, yedisi müebbet hapse, geri kalanı da çeşitli cezalara mahkum edildi. Zehirleri müşterilere dağıtan ve ‘Susie Teyze’ olarak bilinen Susannah Olah; kardeşi Lydia; akraba katli konusunda Nagyrév ölçütlerine göre bile etkileyici bir sicile sahip olan Marie Kardos (kocasını, sevgilisini ve oğlunu öldürmekle kalmamış, zavallı çocuğa ölüm döşeğinde şarkı bile söyletmişti!); ‘sıkıcı’ kocalarını zehirleyen Rosa Hoyba ve Rosalie Sebestyen; sevgilisini ve savaş gazisi kocasını ortadan kaldıran Maria Varga ve son olarak hazır üvey annesini, teyzesini, görümcesini, erkek kardeşini ve kocasını temizlemişken komşusu Maria Koteles’i de aradan çıkartan Juliane Lipke darağacını boyladılar ve ibret olsun diye çürüyene kadar asılı kaldılar. Polisin ikinci kez tutuklamak için gittiği Fazeska ise çoktan kendi hazırladığı zehri içerek adaletten yakayı sıyırmıştı.

Nagyrév’deki cinayetler zincirinin tam nedeni bugün bile bilinmiyor: Seks, insanın içindeki öldürme isteği, güç… ya da para kazanmak isteyen bir kadının ürettiği zehri satmak için insanların zaaflarından yararlanması... Hangisi daha korkunç bir neden, karar vermek size kalmış.

1 yorum:

Unknown dedi ki...

olm dergideki yazıyı copy-paste yapmışsın adeta... daha kısa öz girişler yap ki işe ara verdiğimiz güzel anlarda okuyup şenlenelim, eğlenelim.